Ekonomik bağımsızlık olmadan siyasi bağımsızlık olmaz diyerek,
Günümüz Türkiye’sine ışık tutan Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün bu sözünü haklı çıkaran gelişmeleri ve yarınları daha ayrıntılı değerlendirmemizi sağlayacak bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum.
Dış borçlanmanın, içinde bulunduğumuz sürece etkilerine geçmeden önce, daha iyi yorum yapabilmek adına tarihe bir göz atalım.
1828 Osmanlı-Rus savaşı sonunda Osmanlı yüklü bir tazminat ödemeye mahkum edilmişti. İngilizler için bu durum Osmanlı’yı maddi anlamda tutsak etmek için çok iyi bir fırsat oluşturdu. İlk borç verme girişimine işte bu dönemde teşebbüs etmişlerdi. İngilizler, diplomatları David Urguhart’ ı görevlendirerek borç verme teklifinde bulunmuştu. Dönemin maliyeden sorumlu nazırı Akif Paşa ödeyecekleri tazminat için halka başvuracaklarını belirtmiş ve halkın güçlükle kazandığı parayı birde faiz eklenerek ödemeyi reddetmişti.
Sanayi devriminin gelişmesiyle birlikte daha öncesinden de tımar sistemi sekteye uğramış olan Osmanlı, savaş tazminatlarını ödeyemiyor ve bütçe açıkları veriyordu. Önceleri iç borçlanmaya giden imparatorluk, bu durumdan da faydalanamaz hale gelmişti. Bunun sonucu olarak ilk kez 1854 yılında 2,57 milyon Osmanlı Lirası borç almış, bu borçta yetersiz kalınca 1855 yılında 5,64 milyon Osmanlı Lirası daha borç almıştı. Bu borçlar savaşların ve yenilgilerin finansmanı olarak kullanılıyordu. Katlanarak artan bu borçlar ödenemez bir hal alıyor ve Osmanlı’nın iktisadi açıdan çöküşüne neden oluyordu.
Bir ülke için ekonominin ne kadar önemli olduğunu düşünecek olursak 1854 yılını Osmanlı’nın yıkılışı olarak kabul edebilir, olaya farklı bir bakış açısı kazandırabiliriz. Dış borçlar Osmanlı’nın çöküşüne neden olmuş ve bu borçlar sonrasında kurulan devletlere paylaştırılmıştır. Hepimizin de bildiği gibi bu borçtan en çok etkilenen Türkiye Cumhuriyeti olmuş bu borçları ancak 1954 yılında ödeyebilmiştir. Görüldüğü gibi yüz yıllık bir süreçte Anadolu, bu borç yükünün altında kalmıştır.
Kurtuluş savaşı sonunda emperyalist güçler, ekonomik alanda yıpranmış olan yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin kendilerinden borç alacağına emindi. Lozan Barış Antlaşması imzalanmadan önce İsmet İnönü’nün ülke çıkarlarını savunan kararlı tavrına karşılık açıkça dile getirmişler, “Bunları istiyorsunuz ama kısa zaman sonra kapımıza gelip, borç isteyeceksiniz.” diyebilmişlerdir. Ne yazık ki bekledikleri olmamış, İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar ve ATATÜRK’ ün ekonomi politikalarıyla büyük bir ilerleme göstermiştir. 1924 yılında %14,8 olan GSMH(Gayri Safi Milli Hasıla) artış hızı, 1928 yılında %22’lere kadar artmıştır.
1950’li yıllara gelindiğinde kasasında yüz elli ton altını hiç dış borcu olmayan Türkiye Cumhuriyeti nasıl oluyordu da dış borca ihtiyacı olan bir ülke haline geliyordu?
Hepimizin bildiği gibi ilk dış borcu 1950’li yıllarda almaya başladık ve günümüze kadar gelen süreçte bu borçlar 450 milyar dolarlara dayandı. Peki bu borç nasıl kapanacak? Katma değerli üretimin yetersizliği, dış ticaret açığının günden güne artması, uluslararası rekabette geçmişte olduğu gibi yine bizi zor duruma düşürebilir. Teknoloji ve inovasyonun ekonomiye ve katma değerli üretime sağladığı katkıyı fark etmiş olsak da, yatırımlarımızın yeterli sevide olduğunu maalesef söyleyemeyiz. Ekonomik kalkınma stratejilerimizi belirlerken, adil rekabet ortamını sağlayıp, teknolojiyi doğrudan takip etmeli, katma değerli üretim ve doğrudan yabancı yatırımları teşvik edecek güvenilir bir ortamı sağlamalıyız. Adaletin tam olarak tahsis edilmediği ülkeler ne yazık ki ekonomik anlamda da gelişemiyor. Bununla birlikte halkın refahı da artmıyor. Yapılan araştırmalarda, hukuk ve kişi başına düşen milli gelir arasında doğrudan pozitif bir ilişki olduğunu bilimsel çalışmalarda görebiliyoruz. En son açıklanan hukukun üstünlüğü endeksine göre 140 ülke arasında 116. sıraya kadar geriledik. 2014 yılında aynı endeksteki verilere göre 59. sıradaydık. Bu veri bile bizlere aslında 2002-2013 yılları arasında üç katına çıkan kişi başına düşen milli gelirin, neden 2013-2022 yılları arasında artışa devam etmediğinin bir göstergesi olabilir.
Orta gelir tuzağından kurtulmak, gelişmiş ülkelerle rekabet edebilmek için, adaleti tüm kurum ve kuruluşlarımızda tahsis etmeli, bağımsız ve denetlenebilir kurumları yeniden inşa etmeliyiz. Son yıllarda doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının azalması ve hali hazırda ki yatırımların ülkemizden yatırımlarını çekmesi dikkat edilmesi gereken önemli unsurlardan biridir.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılında adalet temelli stratejiler geliştirmeli, eğitim sistemimizdeki yanlışlardan dönülmelidir. Sorgulamaya açık ve eleştirel düşünce temelli bir eğitim sistemi, hem teknolojik gelişmelere temel oluşturacak hem de özgür düşünceyle daha rekabetçi bir ortamı sağlayacaktır.
Hukukun üstünlüğü, adil rekabet ortamı, denetlenebilir ve bağımsız kurumlar, eleştirel düşünce temelli eğitim sistemi Türkiye’nin ikinci yüzyılında ki reçetesidir. Geçmişten alınması gereken derslerle birlikte, bilim ve aklın ışığından yararlanarak, yarınları daha özgür ve daha yaşanabilir kılabiliriz. Hepimiz bu bilgilerin ışığında kendimizi sorgulamalı ve yapılaması gerekenlere gerekli katkıyı sağlamalıyız.